Erkeğin gölgesinde susuz kalan çınar: Milena

  • 09:05 20 Ocak 2023
  • Jıneolojî Tartışmaları
 
“Milena yirminci asrın başında iki dünya savaşına tanıklık etmiş ve entellektüel derinlikle bunları sonraki nesillere aktarmış bir kadın gazeteci, faşizme karşı duran bir militan olarak ‘yardımcı oyuncu’ değil bağımsız bir kişilik olarak anılmayı fazlasıyla hak edenlerdendi. Bir erkek yazarın saplantılı tutkusunun, nesneleştirilmiş yani imgeleştirilmiş ‘ilham perisi’ değildi Milena.”
 
Fatma Koçak
 
Bir canlıya yapılabilecek en büyük kötülük -ki fazlasıyla yapılmıştır, onu kendisi dışında başka varlıklarla tanımlamak nesne haline getirmektir herhalde. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Hayatın her alanına ahtapot gibi saran erkeklik kadın kültürü ve uygarlığının kendi nehrinde akmasına izin vermez. Bunu tehdit olarak gördüğü için değil, çünkü uygarlıklar birlikte ve yan yana olduğunda yaşam zenginleşir. Hayatı tekleştirme, merkezileştirme üzerine tanımlayan ataerki, yaşamın bütün yaratıcı köşelerini erkeklikle kutsamış ve kadınları da ancak bunun üzerinden tanımlanır hale getirir.  Bu yazıyı yazan dahil, çoğu kişi Milena’yı ancak Kafka’yı tanıdıktan sonra tanıma cehaletinden yıllar sonra uyanabilmiştir. Anarşist militan, gazeteci, yazar ve çevirmen Milena Jesenská’nın en büyük talihsizliği ise belki de Kafka’yı tanımaktı. 
 
Mücadelenin kıyısında değil merkezindeydi 
 
Oysa Milena yirminci asrın başında iki dünya savaşına tanıklık etmiş ve entellektüel derinlikle bunları sonraki nesillere aktarmış bir kadın gazeteci, faşizme karşı duran bir militan olarak ‘yardımcı oyuncu’ değil bağımsız bir kişilik olarak anılmayı fazlasıyla hak edenlerdendi. Bir erkek yazarın saplantılı tutkusunun, yaratım krizinin, kaprislerinin ve öksürük nöbetlerinin müsebbibi olarak anılacak, nesneleştirilmiş yani imgeleştirilmiş ‘ilham perisi’ değildi Milena. Aklı ile düşünen, kalbi ile yaşayan üreten, yazan, isyan eden, yaşamın ortasında hayatın öznesi olmayı seçen bir kadındı. Hayatını, çeviri adıyla “Milena’nın Yaşam Öyküsü” ismiyle kaleme alan kızı Jana Cerna’nın satırlarında, faşizme karşı duruşunu, yeraltından çıkardığı bir gazetede yazdığı yazıları, yer altında geçen yaşamını, kaçmak yerine kalıp savaşmayı seçen meydan okumasını ve Naziler tarafından yakalanıp bir toplama kampına götürüldüğündeki asaletine tanık olmak mümkün. İki dünya savaşı arasında faşizmin gölgesinde özgürlüğü arayan bir avuç aydından biriydi. Ancak oturup köşesinde yazılarıyla yol gösteren değil hayatın içinde, mücadelenin kıyısında değil, merkezindeydi. 
 
Milena’nın önem verdiği dostluktu
 
Diş hekimi ve üniversite hocası olan Jan Jesenky ile Milena Hejzlarova’nın yaşayan tek çocuğuydu Milena. 19. yüzyılın sonlarına doğru, 16 Ağustos 1896’da, Prag’da dünyaya geldi. Çocukluğu boyunca hasta olan annesine bakmak zorunda kaldı ve 16 yaşında annesini kaybetti. Burjuva olan babasına hep öfke duydu ve onun isteği ile kaydolduğu tıbbı bıraktı. Yine babasının istemediği biriyle evlilik yaptı ve bu nedenle mirasından mahrum bırakıldı. Dergilere çeviri yapan ve makaleler yazan Milena, dönemin entellektüel camiası içine girdikten sonra Kafka ile tanıştı. O’nun kitaplarının çevirilerini yapıyordu ve bir süre sonra mektuplaşmaları başladı. Kafka evli olan Milena’ya aşkını o meşhur mektuplarında dile getiriyordu, ancak Milena’nın hayatta önem verdiği şey ise dostluktu. Kafka’ya derin bir dostluk duyuyordu ve paylaşımlarının edebiyat ve felsefe ile sınırlı kalmasını istiyordu.
 
Ulaşılmaza duyulan bir özlem
 
Kadınlarla ilişkisinde nesneleştirme/imgeleştirme olarak, ötelemenin derinliğine görüldüğü Kafka için Milena ulaşılmaza duyulan bir özlemdi sadece. İlham aldığı Milena’yı anlamak konuşmak, sohbet etmek ya da paylaşmak gibi bir derdi yoktu. İmgeleştirmenin öteki biçimidir nesneleştirme ki bu imgesel yaklaşımı bir mektubunda şöyle anlatır: “Görüyorsun ki, dilencilere karşı şansım hiç yok; ama açıkça ifade ediyorum ki, bugünkü ve yarınki tüm varımı yoğumu en ufak bir küsurat haline getirerek Opera’nın köşelerinde duran herhangi bir dilenciye vermeye hazırım; yeter ki, sen orada ol ve ben de senin varlığını hissedebileyim.”  Milena ise “Yuvadaki Şeytan” adlı makalesinde Kafka’nın saplantısına daha derin bir çözümleme ile karşılık veriyordu: “Zira, işin esası budur! İki varlık… İki küçük insan larvası… Yalnız, umutsuzluklarla karşı karşıya bırakılmış, kaçışı olmayan bir varoluşun mateminde… Ürkütürcesine kocaman ve korkunç dünyamızda iki ufacık insan, sabahın dokuz buçuğunda bir apartman dairesinde kapalı… Aynı soyadı, aynı beklenti ve aynı yazgı içinde kapalı iki zavallı… Ve bunların sade ve sade ikisi oldukları için mutlu olmalarını mı beklersiniz ?(…) Evlilikte mutluluğu amaçlamak, iki milyona otomobil ya da asalet unvanı elde etmeyi amaçlamaktan farklı bir şey değildir.” “İnsanların beraber yaşamalarının tek nedeni, yanlarında birisinin bulunması ihtiyacından başka bir şey değildir; dünyanın bu boşluk ve yalnızlığında, kendilerinin tüm zaaf ve hatalarına rağmen kendilerinin var olduklarını kabul ve tasdik edecek birisinin bulunması ihtiyacından başka bir şey değildir. Cürümden, öç almaktan, kötü düşünceden, adaletten, vicdan azabından kaçabilmeleri için yanlarında bir diğer kişiyi bulundurmak ihtiyacından başka bir şey değildir” Ve arkasından iki insan arasındaki paylaşımı evliliği sorgulayan şu cümle ile yanıt veriyordu: “Evliliğin bir anlamı olması için, mutluluk beklentisinden çok daha geniş ve gerçek bir temel üzerine oturtulması gerek.”
 
Direnişin içindeydi 
 
Milena’nın çözdüğü şey verili ilişkilerin açmazıydı ve Kafka’nın üzerinde durmadığı konu olduğu için anlama çabası da gelişmedi. Yine imgeye indirgeyen şu satırları yazarak mektuplarla başlayan bu arkadaşlık bir evlilik reddiyle son buldu: “Hala makalenizi düşünüyorum. Yalnızlığın mutsuzluğuna bağlanmayacak olup asil ve bilinçli evliliklerin de olabileceğini, hayali tartışmalarımızı gerçeklere dönüştürme amacı ile belirtmek isterim. Zira umutsuzluk sonucu evlenen kimseler neleri elde edebilir ki? Bu yalnızlığa ilave edilecek diğer bir yalnızlıktan bir ev değil… Olsa olsa bir zindan ortaya çıkabilir. Her iki yalnızlığın her biri diğerine yansır… Ve gecelerin en derini, en kısası da hiçbir şeyi değiştirmez. Kendinden emin bir kimsenin yalnız olan bir kişiye bağlanması söz konusu ise, bu durum, kendisi için daha da kötüdür. Zira hiç olmazsa bilinçdışından kaynaklanan narin bir yalnızlığın, yumuşak ve sıcak bir yalnızlığın ifadesi olmadığı bellidir. Esasında, evlenmek, tam tersine kendine karşı güvenin ifadesidir.” Yine de Kafka ölümünden sonra birçok eserini, mektuplar dahil Milena’ya emanet etmişti. Milena demek sadece Kafka’nın mektuplarındaki kadın demek değildi. Fırtınalı hayatında militan bir entellektüeldi aynı zamanda. Milena yaşadığı dönemin dünyasına duyarsız kalmayan bazen işçi gazetesinde yazılar yazan bir yazar, bazen sokakta sömürge savaşlarına karşı eylemde olan militan olarak yaşamını sürdürdü. Hitler faşizmine karşı direnişin hep içindeydi. Hitler hiç savaşmadan Çekoslovakya’yı işgal etti. Milena, kendi ve arkadaşları aleyhine kullanılacak tüm belgeleri imha etti. Özellikle Pritomnost’ta yazdığı yazılardan dolayı, deyim yerindeyse topun ağzındaydı.
 
Eril tarih O’nu ‘ilham alınan kadın’ olmaya mahkum etti
 
Yahudilere yardım ettiği için Nazilerin işbirliği ile tutuklandı. Devrimci Milena, hayata dört elle tutunmuştu. Ruh sağlığını bozamayan olumsuz koşullar, böbreklerinin normal işlevini yapmasını engellemişti. Hapishane koşullarında geçirdiği iki böbrek ameliyatının akabinde, Mayıs 1944’te öldü. O’nun yaşamının, ille de kişiliğinin ne Kafka’dan, ne de Kafka’nın yapıtlarından geri kalır bir yanı yoktu. Ancak eril tarih onu imgesel bir varlık olarak “bir erkeğin gölgesinde kalan çınar”,  ‘ilham alınan kadın’ olmaya mahkûm etti. 
 
Abdullah Öcalan’ın kadına dair düşünsel felsefik yaklaşımı 
 
Sonuç olarak başta atıf yaptığımız kadını kategorize eden ataerkil tarihin yaklaşımını eleştiren Abdullah Öcalan’ın tespitini yeniden hatırlayalım: “Kadın meselesine üç farklı bakış var; 1-Duygusal yaklaşım, 2-İmgesel yaklaşım, 3-Düşünsel ve Felsefik yaklaşım. İşte Nazım Hikmet onlar ve başka bazı yazarlar, şairler, edebiyatçılar kadın meselesine duygusal ve imgesel yaklaşıyorlar. Hatta bizden de özellikle cezaevindeki bazı arkadaşlar imgesel, hayali yaklaşıyorlar. Ama bizim yaklaşımımız imgesel, hayali değil, gerçekçi, düşünsel ve felsefik yaklaşımdır. Bu beş bin yıllık erkek egemen tecavüz kültürü ancak böyle düşünsel ve felsefik yaklaşımla aşılabilir. Duygusal ve imgesel yaklaşımlar kurtarmaz.” demektir. Elbette Öcalan’ın yaklaşımı ayrı bir yazının konusudur. Öcalan kadına düşünsel, felsefik yaklaşımını şu sözlerle dile getirir: “Kadınla önce düşünmenin, nerede ne zaman ne kadar bozukluk varsa tartışma ve gidermenin önemini tüm ilişkilerin önüne koyma cesareti gösterdim. Sadece güçlü düşünen, iyi, güzel ve doğru karar verebilen, böylece beni aşarken kendisine hayran bırakabilen ve muhatabım olabilen kadın, şüphesiz felsefi arayışımın köşe taşlarındandır.”