Ferman hikayesi: Zamanın sandıklarında saklanan çocukluğum (4)

  • 09:01 1 Ağustos 2022
  • Portre
 
Zulamızda gülüşler
 
Rojbîn Deniz
 
ŞENGAL - Soykırımdan kurtulanlardan Samar’ın öyküsü, binlerce Êzidî çocuğun öyküsüyle bir yerlerde kesişiyor. Her şeyi anlatırken tekrar tekrar yaşayan Samar, beklenmedik bir karşılaşma da yaşıyor…
 
Êzidî Soykırımı, Ortadoğu’nun yakın geçmişi için hala yeni olan bir insanlık suçunu da ifade ediyor. Yahudi Soykırımı’nın 21’inci yüzyıldaki karşılığına denk gelen Şengal’i anlatan Samar, hafızasından silinmesi imkansız o yılları anlatmayı sürdürüyor. Türkmen bir DAİŞ emiri olan Ebu Ayşa’nın evinde yaşadığı işkenceleri paylaşan Samar, o anlara gidiyor. O evde yaşadıklarını anlatırken her şeyi yeni baştan yaşar gibi etkileniyor.
 
Gözleri doluyor, yaşlar kirpiklerinde asılı kalıyor. Yüreğinin derinliklerinden sökülüp gelen yaşlar, damla damla geçmişe, çaresizliğe, yaşadıklarına akıyor. İçten akıttığımız gözyaşlarımız ona eşlik ediyor. Ağlamasını engelleyemezdim. “İnsan bazen gözyaşlarının akıntısına bıraktığı acılarından kurtulurmuş ya da hafiflermiş” diye düşünüyorum. Samar karşımda öyle bir süre ağladı, ben onu izledim. Yanaklarından süzülen gözyaşları, acıydı, isyandı, tanımsızlıktı, neden bunları yaşadıklarına dair haklı sorulardı. Sessizliği bozan kuşların cıvıltısı, orada dökülen yaşlara eşlik ediyor. O ağlamaklı haliyle bile anlatmaya devam ediyor.
 
“Bir gün yanlışlıkla kırdığım bir bardak için üç parmağımı kırdılar. Acısı çoktu. O gün bana o kadar işkence yaptılar ki günlerce acıdan kıvrandım.” 
 
Elini göstererek, “Bak hala kırılan yer belli oluyor” diyor. Sol elinin orta, yüzük ve serçe parmağının eklem yerinden kırıldığı ve ezildiği belli. Kırıkların izi hala elinde…
 
‘11 yaşındaydım ama bir çocuk değildim…’
 
“Ebu Ayşa çetesinin eşi de onun kadar kötüydü. Onun amca kızıydı. İkisi de bana zulmediyordu. Aralıksız ev işleri yaptırıyorlardı ve bunu da işkence gibi yapıyorlardı. Kışın soğuğunda bana halıları yıkatıyorlardı. Her gün 3 katlı evlerinin her köşesini bana temizletiyorlardı. Eşi bana işkence çektirmek için alt kattan üst kata blok taşıtıyordu. Blokları yukarı götürüyordum ve bana ‘Tekrar aşağıya indir’ diyordu.  Ben 11 yaşıma basmıştım ama artık bir çocuk değildim, büyümüştüm. Hayatımda yapmadığım tüm işleri bana yaptırdılar. Beş dakika bile oturmama izin vermiyorlardı. Evden çıkmam yasaktı. Yıkanmama izin vermiyorlardı, ayda bir bazen izin veriyorlardı. Bir tek üstümdeki siyah elbise vardı ve sürekli örtülüydüm. Yani yüzüm ve ellerim hiç görünmemeliydi. Kendi kendimle sürekli konuşuyordum. Zaten çalışmaktan parmaklarımın uçları hep patlamıştı, onların acısı bana yetiyordu.  Çocukları her ağladığında, bunun sorumlusu olarak beni görüyorlardı.  Çocukları küçüktü, en büyüğü 8 yaşındaydı. O evde tam bir yılım dolduğu zamanlardı ve o DAİŞ’li kadının bir oğlu oldu. Çocuğu bana verdiler ve ‘Sen onu büyüteceksin’ dediler. Çocuklara nasıl bakılır bilmiyordum. Benim kaldığım o hücreye çocuğu bıraktılar ve çocuğa orada bakmamı söylediler. O kadının bana çocuğunu vermesine hiç anlam vermedim. Bana güvenmiyorlardı ama ona rağmen çocuklarını bana bıraktılar. Ona baktım. O küçük hücrede bana arkadaşlık yapıyordu.
 
Her gün işkence
 
Ebu Ayşa Tilafer’in DAİŞ emiri olduğu için, onun emrinde bir süre DAİŞ’li vardı ve her şeyin talimatını o veriyordu. DAİŞ’liler kafir olarak adlandırdıklarını Ebu Ayşa’nın huzuruna çıkartır, onun yoluna kurban yaparlardı. Her sabah Ebu Ayşa’nın kapısına bir insan getiriyorlardı ve orada kurban gibi kesiliyordu. Önce bunu uzaktan izledim, aslında korkunçluğundan izleyemedim. Çünkü vahşetti, aklım almıyordu. Bir süre sonra Ebu Ayşa her sabah insan kafaları kesildiğinde beni çağırıyordu. O manzarayı gördüğümde, vücudumun her yeri titreme nöbeti geçiriyordu. Getirdikleri kişilerin üzerinde turuncu renkte elbiseler vardı ve genelde gözleri kapalı oluyordu.  İlk gördüğümde korkudan bayıldım ve sonra ayılınca kestiği kafayı elime verdi ve elime verdiği gibi tekrar bayıldım. Elimde o kafayı taşımak dünyanın en kötü duygusuydu, nasıl tarif edilir bilmiyorum. Ama ben o gördüklerimi hiç unutamıyordum, gece gündüz aklımdaydı. Bazen düşünmekten kafayı yiyecek gibi oluyordum. Gece rüyama giriyordu, uyuyamıyordum. Ebu Ayşa her sabah bunu yapıyordu. Getirdikleri insanların çoğunluğu Êzidî’ydi ama arada başka inançtan ve halktan insanlar da vardı. Kafası kesilen insanların korkuları ve hareketleri o kadar acıydı ki hangi inanç adına bu yapılıyordu bilmiyorum. Ezdalık inancının bu dünyaya verdiği anlam çok derin ve başta bir DAİŞ’li olmak üzere kimse bunu anlayamaz. Gördüklerim karşısında içimden, ‘Allah’ım iyi ki ben bir Êzidîyim ve benim inancımda insanları böyle parçalamak ve öldürmek yok’ diyordum. Müslümanlar da nasıl böyle vahşet dolu bir inancı, kendileri için kabul ediyorlardı anlamıyordum.
 
Ebu Ayşa, bazen Êzidî kızlarını benim yanıma getiriyordu. Kurtarılmayı bekleyen kızlardı. Bir gün bir kız getirdiler, ismi Leyla’ydı. Küçük bir kızdı ve onu satmak için getirmişlerdi. Leyla hamamda bileklerini kesti. Gelip onu götürdüler. Onu nereye götürdüklerini, ona ne yaptıklarını merak ediyordum ama hiç öğrenemedim.  
 
Zulalarda saklı gülüşler
 
Musul ve Tilafer’in üstünde bazen uçaklar geziyordu. Uçaklar gelince çok korkuyordum. Genelde uçaklar gelince ev değiştiriyorduk.  Sonra bir gün uçaklar Ebu Ayşa’nın evinin yakınını vurdu. Karın boşluğuma bir taş değdi. Uçaklar geldiğinde öncelikle gidip onların çocuklarını kurtarıyordum. Onların çocuklarına bir şey olursa, dayımın kızı Necva ve dayımın oğullarına bir şey yapacaklarını düşünüyordum. Zaten her defasında, ‘eğer çocuklarımıza bir şey olursa sen ve akrabalarının hepsini vuracağız’ diyorlardı.  Dayımın oğlu Rıdvan’ın bir dişini söküp kulağına soktular, Fuat’ın da parmaklarını kesmek istediler. Bunları bana hem söylüyor hem de gösteriyorlardı. Bir gün Ebu Ayşa geldi, ‘Hazırlan seni Fatima’nın yanına götüreceğim’ dedi.  Beni Necva’nın yanına götürdü ve iki gün onun yanında kaldım. Necva benden küçüktü. DAİŞ’in eline geçtiğinde 8 yaşındaydı. Onu gördüğümde o 10 yaşında, ben 12 yaşındaydım. O çok güzel bir kızdı ve tüm DAİŞ’liler onu almak için yarışa giriyordu. Onu gördüğüme çok sevinmiştim. Onun da durumu benimki gibiydi. O da bir evde hizmetçiydi. Birbirimizi gördüğümüzde birbirimizin haline bakıp gülüyorduk. Acının yanında gülmek ikimize de iyi geliyordu. Saçlarımızın haline, yüzümüze ve büyüdüğümüzü birbirimize itiraf ettiğimizde gülüyorduk. Ağlamaktan göz pınarlarımız kurumuştu ve zulamızda sakladığımız gülüşlerimizi birbirimize veriyorduk.
 
Çocukluğumuzu bizden aldılar
 
Necva ile uzun konuştuk. Çocukluğumuzu hatırladık. Çobanlık günlerimizi, okula birlikte gidişimizi ve okulda topladığımız anılarımızı anlattık. İkimiz de annelerimize ne olduğunu bilmiyorduk.  Annelerimize olan özlemimizi birbirimize anlatıp gözyaşı döktük. DAİŞ çocukluğumuzu bizden aldı. Bence bir insanın en güzel yanı onun çocukluğudur. Hayatımızın en güzel dönemlerini bizden aldılar. İki gün Necva’nın yanında kalmak hem bana hem de Necva’ya iyi gelmişti. 
 
DAİŞ'li Samar'ı tanıyor
 
İkinci günün sonunda, Ebu Ayşa gelip tekrar beni cehenneme götürdü. Beni Necva’nın yanına niçin götürdüklerini anlamadım. Oturmama bir dakika bile izin vermeyen o vahşi insanların böyle bir şeyi yapmalarının nedenini bilmiyordum. Sonra Ebu Ayşa’nın evine döndüğümde evleri vurulmuştu ve başka bir eve geçmişlerdi. Beni de yeni evlerine götürdü. Uçaklar Ebu Ayşa’nın kardeşinin evini vurdu ve kardeşi öldü. Ebu Ayşa kardeşi için büyük bir yemek verdi. Yemeğe gelen kişilerin çoğunluğu DAİŞ’liydi. Çok sayıda çetelerdi. O gün çok korktum, beni öldüreceklerini sandım, düşüncelerim allak bullaktı, sürekli çalışıyordum. Kafamda beni öldürecekler düşüncesinin çoğaldığı bir an da Ebu Ayşa beni çağırdı. O çağırdığında yüreğim ağzımdan çıkacaktı. Bana, ‘Bize su getir’ dedi. Ben de içeri o DAİŞ’lilere su götürdüm. Onların arasında bir DAİŞ’li beni tanıdı. Necva ile kardeş olduğumuzu söylemiştim. Ebu Ayşa onun üzerine beni Necva’nın yanına götürmüştü ve ben bunu fark etmemiştim. İlk bizi aldıklarında bunu söylemiştim ve onlara söylediğim yalanı unutmuştum. Ama zaten Necva ile kardeş gibi büyüdük.
 
Beni tanıyan DAİŞ’li öyle olmadığını biliyordu ve orada Necva ile kardeş değil dayı çocukları olduğumuzu söyledi.  Benim Til Binatlı olduğumu ve kimin kızı olduğumu da biliyordu. Onlar gittikten sonra Ebu Ayşa eline bir zincir parçası alarak bana vurmaya başladı. Her sabah beni dövdükleri odun parçalarını da getirdi ve bana vurmaya başladı. ‘Bana gerçeği söyle’ dedi. Ben de bütün gerçeği söyledim. Sonra dayımın oğlu Fuat’ın yanına da gittiler ve ona da ‘Samar sizin neyiniz oluyor’ diye sordular. Fuat, ‘Teyzemin kızıdır’ demiş.  Ebu Ayşa bana işkence yaptı ve sonrasında birçok şey…
 
Kadınlar savaşmayı öğrendi
 
Şengal ve köylerinin bir bölümünün özgürleştiğini duymuştum. Aslında Ebu Ayşa eşine söylerken duyuyordum. Kaybettiklerinde öfkeleniyordu ve ‘Bugün bu köyü de kaybettik’ diyordu. Tüm DAİŞ’liler bu duruma ateş püskürüyorlardı. Özellikle bir kadın gerilla bir DAİŞ’liyi öldürdüğünde çok öfkeleniyorlardı ve ölen o DAİŞ’linin çevresi bunun için çok üzülüyordu. ‘Kadınlar DAİŞ’lileri öldüremez bu bizim dinimize aykırı ve o ölen DAİŞ’li bunun için cehenneme gidecek’ diyorlardı ve buna ciddi ciddi inanıyorlardı. Gittikleri her yerin ve Şengal’de gerillalara karşı her saldırının görüntüsünü, çatışmaları da çekiyorlardı. Sonradan çektikleri videoları izliyorlardı ve beni de izlemek için çağırıyorlardı. Videolarda kadın savaşçıları gördüklerinde, ekranı kıracak kadar öfkeleniyorlardı. Ben gerillaları tanımıyordum ama bunları öfkelendiren her şeyin iyi olacağını düşünüyordum. Bir kadın savaşçı bir DAİŞ’liyi öldürünce ben buna içten içe çok seviniyordum. Fakat onlara yansıtmıyordum. Kadın savaşçıları görünce çok etkileniyordum. Kadınlar bunca yaşadıklarına karşı savaşmayı öğrendi. İlk defa silah taşıyan kadınları görüyordum ve o kadınlar benim topraklarımda, DAİŞ’e karşı savaşıyorlardı. Bu beni çok mutlu ediyordu. O görüntüleri izlerken ‘Bunlar kafir mi, bunlar nedir böyle bize karşı savaşıyorlar’ diyorlar, o öfkeyle gruplar halinde Şengal’e savaşa gidiyorlardı. Her yerden DAİŞ’e katılanlar vardı. Ebu Ayşa’nın komşuları İngilizce konuşuyorlardı. Oradaki her DAİŞ’li az da olsa Türkçe biliyordu. Her yerden gelen DAİŞ’liler toplanıp, Şengal’e savaşmaya gidiyorlardı. Onların gidişini izlemek beni kahrediyordu. ‘Keşke onları öldürme gücüm olsaydı’ diyordum.”
 
Yarın: Özgürlük...